1. Genel okur kitlesine yönelik bu metin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın editörlerince uzun süre gizlenen “Atatürk” başlıklı yazısından esinlenilerek -alt başlıkta ima edildiği üzere- o büyük yalnıza karşı kimi çevrelerde hâlâ sürdürülen temelsiz savlara karşı yazılan deneme niteliğindeki bir vicdan yazısıdır; anlayanların görebileceği gibi oylumlu “referansları” da vardır.
2. Tam da bu nedenle metin, bütün soruları tüketici bir nitelik taşımıyor. Bütün soruların tüketilebilmesi için metnin kitaplık çapta genişletilmesi gerekiyor. Meraklıları, aradıkları soruların yanıtlarını yerli ve yabancı uzman tarihçilerin, sosyologların ve iktisatçıların eserlerinde bulabilirler.
3. Bir felsefeci yazarın metninde alan terminolojisine uygun düşmeyen bir-iki kavramın kullanılmış olması kuşkusuz eleştirilmesi gereken bir kusurdur; düzeltilmesi beklenebilir.
4. Özgürlüğü “kendisinin (ve milletinin) karakteri” olarak tanımlayan o büyük yalnız, ne kurtarıcılık ne de kuruculuk sürecinde “başıbozuk” olmamış; tam tersine ütopyasını gerçekleştirmek amacıyla hep strateji kurmuş, bu çerçevede sonuç alıcı taktikler uygulamıştır. Başka bir ifadeyle hemen her durumda “inisiyatif” kullanmış; öngörülerini gerçekleşti-rebilmiştir.
5. Tarih metodolojisi olaylara kendi bağlamı içinde, neden-sonuç ilişkisi açısından bakmayı gerektirir.
Onun Suriye cephesinden döndükten sonra İstanbul’da geçirdiği altı aylık döneme de böyle bakmak gerekir. Yakın zamanlara kadar yeterince bilinmeyen bu altı aylık mücadele bir doktora tezine konu olmuş durumdadır (Dr. Alev Coşkun, Bilinmeyen Altı Ay, Ankara 2008).
Söz konusu tezde, o büyük yalnızın neredeyse gün gün yaptığı görüşmeler, tartışmalar, seçenek arayışları, istihbarat elemanı bulma ve kullanma çalışmaları, örgütlenme girişimleri… bütün ayrıntılarıyla serimlenir. Çok sınırlı Pera Palas günleri salt görüntüdür; bu tür durumlar da oldukça işlevsel hallerdir. Açıkçası bu süreç, görüntü ve gerçek boyutlarıyla bir bütünlük oluşturur: Görüntü, gerçeği perdelemek için kullanılmıştır. Buna rağmen bazı tehlikeli durumlar da yaşanmıştır.
6. Olaylara söz konusu metodolojiyle bakılırsa “İngilizci” olanın saray ve sultanı olduğu görülür. Çünkü yazışmalar (belgeler), olaylar -başta Sevr anlaşması- ortadadır. İstanbul’a Samsun’dan geri çağrılması, reddetmesi, sonraki azli vb. olaylar binbir gece masallarından çıkarılmış parçalar değil olgusal gerçeklerdir.
“Vatanı kurtarmak…” Osmanlı’da Namık Kemal’e kadar vatan kavramı bile yoktur. Dönemin sultanı için “vatan” oturduğu tahttan (ve saraydan) ibaretti zaten. Onun için de İngiliz işgal komutanlığına güveni tamdı; yazışmalara, görüşmelere bakmak yeterlidir. Bunun için de tarihçi olmayan “kifayetsiz muhterisler”in karalamalarına değil, uzman tarihçilerin “analitik” eserlerine bakmak gerekir.
7. Son Meclis-i Mebusan’ın basılarak yurtsever isimlerin tutuklanmasının nedeni bellidir: Misak-ı Milliyi ilan etmek! Tutuklananlar, söz konusu kararın alınmasında etkili olan örgütçü tiplerdir.
Sarayın sadece seyrettiği bu olay, kuşkusuz o büyük yalnızın “elini güçlendirmiştir.” Nitekim tutuklanma olasılığı olanların bir kısmı Ankara yollarına düşmüşler, oraya güç vermişlerdir.
Kaldı ki söz konusu meclisin o kararı almasında, görüştüğü bazı kişiler aracılığıyla o büyük yalnızın “dahli” de vardır. Buradan “İngilizcilik” çıkartmak ne tarih metodolojisine, ne Aristoteles’in çift değerli mantığına, ne diyalektik mantığa, ne de sembolik mantığa sığar; olsa olsa sanı düzeyinde kalır; safsata değeri taşır.
Malum “sav”ın ne kadar böyle olduğu sonraki gelişmelerle iyice somutlaşmış durumdadır. Örneğin, İngiltere’deki siyasal olaylar, tepkiler, tartışmalar, Lozan müzakerelerindeki kavgalar, kesintiler ortadadır. Ayrıca, olan bitenler karşısında, Amerikalı meşhur senatörün o büyük yalnızı Cengiz Han’a benzettikten sonra “uygar dünyayı malamat eden vahşi” olarak tanımlaması hâlâ belleklerdedir.
O büyük yalnızın emperyalizme (ve işbirlikçilerine) karşı başarısı üzerine bilge direnişçi Gandi’nin o ünlü itirafı da anımsanabilir: “Mustafa Kemal İngilizleri yenene kadar Tanrı’nın hep İngilizlerin yanında olduğunu zannederdik.”
O büyük yalnızın, öncelikle 20. yüzyılda “mazlum milletlerin atası” olarak tanımlanması ve örnek alınması, söz konusu başarıyla mümkün olmuştur.
8. Denememe dikkatle bakılırsa, 1923-38 arasının “asr-ı saadet” olarak sunulmadığı görülür.
Kaldı ki, “asr-ı saadet” olarak anlatılan 632 sonrası kırk yılda üç yönetici (halife) öldürülmüş, üç büyük iç savaş yaşanmıştır. Bilindiği gibi öldürenler de, öldürülenler de, savaşlarda taraf olanlar da müslümandır. Bu olgusal gerçek bilinirse o büyük yalnızın on beş yılının başarı birikimine “hakkaniyet”le bakılabilir. (Kaldı ki, sonuçta, “kıyamet”e kadar yaşasın diye kurulan o kent (site) devletini yıkanlar da “sahabe” diye övülen tiplerdir.)
“Siyasette Temel Antinomi: İdeali ve Ütopyayı Geçmişte ve Gelecekte Aramak” (Perspektif Düşünce Mecrası, 2021) başlıklı yazımda gösterdiğim gibi ütopya geride değil, ileride aranır. Dolayısıyla 1923-38 arası, bizim için ütopya değil, tam tersine –yaratılan olumlu birikimin ve kazanımın geliştirilerek- aşılması gereken “dönemsel” sayılabilecek bir süreçtir.
Bazı eksiklerine rağmen anılan süreç, çoğu eserde anlatıldığı gibi ne Marksist ne de kapitalist ideolojiye dayanır. Verili koşullarda ihtiyaçların karşılanması amacıyla planlama temelli karma ekonomi stratejisi benimsenir. Sürecin bu niteliği, kimi iktisatçılar ve sosyologların modeli dayanışmacı (solidarist) olarak tanımlamalarına neden olmuştur; yanlış da sayılmaz. Kaldı ki modelin başarısı da çok açıktır.
Bilinir; o büyük yalnız kuruculuğunu ideolojik bir kavramla tanımlamaz. Tam tersine, bu noktada da oldukça nettir, “sürekli devrim” vurgusu yapar ve ekler; “Bıraktığım tek miras vardır: Akıl ve bilim!”
9. Liberal eleştiri, bilindiği gibi on beş yılın verili koşullarını ve sınırlılıklarını görmezden gelerek üretilen demagojik bir fantezi niteliğindedir. Başka bir ifadeyle tarih metodolojisine dayanmadığı için nesnel bir değerlendirme sayılmaz; dolayısıyla ciddiye alınamaz.
10. Söz konusu döneme ilişkin iki gerici eleştiri vardır: Şeriatçı eleştiri, bir; ırkçı (bölücü) eleştiri, iki.
Birincisi, ilke olarak evrensel insan hakları ve özgürlüklerine sahip olan yurttaşlar toplumunu (ve devletini) Orta Çağ’a iade etmek amacıyla söz konusu dönemi ve önderini bir yığın safsatayla karalamaya çalışır.
“Doğu’da ve Batı’da Aydınlanma (Server Vakfı, 2022) konferansımda temellendirdiğim gibi Orta Çağ’ın toplumsal formasyonu “hiyerarşik” bir mimariye dayanır; dolayısıyla orada, yalnız sabit “statüler” ve görevler söz konusudur. Tam da bu nedenle eşitlik, özgürlük, adalet vb. temel insan hakları yoktur; bu nedenle de yurttaşların demokrasi içinde kendi kendilerini yönetmesi, beğenmediklerini değiştirmesi ve benzeri uygulamalar söz konusu değildir.
“Değişim”in nesnelleşmesini geçtim, kavramını bile yadsıyan söz konusu eleştiri, temel insan hakları ve özgürlüklerinin kökleştiği bir toplumda (ve dünyada) bedeniyle şimdide, kafasıyla en az beş yüz yıl geride yaşamaya çalışan “marjinal” bazı klanların sesi olarak kalmaya yazgılı görünüyor.
Hiç kuşkusuz, öncelikle kadınlar için hayatı cehenneme çeviren Afganistan’ın Taliban emirliği ile İran’ın Molla rejimi bu klanlar için heyecan verici güncel gerçekliklerdir.
Anımsatalım; Türk devrimini yaşamış bu ülkede her şeye rağmen o büyük yalnızın ve eserinin değerini gün geçtikçe daha iyi anlayan yüzde doksan çoğunluk karşısında söz konusu klanlar Orta Çağ’dan intikal etmiş “kültürel tortular” olarak olsa olsa kimi sosyologların inceleme nesnesi oldukları ölçüde bir “değer” taşırlar.
11. Irkçı (bölücü) eleştiriye gelince; hiç kuşkusuz dış dinamiklerin hâlâ çözülememiş “doğu sorunu” bağlamında üretilmiş bir karalama demagojisidir; ulus (millet) içinde ayrı bir “otonom varlık” yaratma çabasının ifadesidir.
Tek cümleyle söylemek gerekirse, malum eleştiri, Türk ulusuna ait vatanın (mülkün) tapusunu delme girişimini bazen açık bazen örtük olarak dillendiren; bağımsızlık savaşıyla kurulmuş ülkeyi ve yurttaşlar toplumunu “müzakere”yle “halletme” sanısına dayanan katıksız bir demagoji örneğidir; ne tarihsel, ne toplumsal, ne hukuksal ne de kültürel temellendirilmesi yapılabilir.
Bunun için meraklısı, dijital dünyada “Türk Devriminin Yüzüncü Yılında Anayasa Kavramına Felsefeyle Bakmak” yazıma ve notlarına bakabilir.
Belli ki ırkçı (bölücü) çevre, içeride siyaset esnafının kavramsal düzeyde tam bir açıklığa kavuşamamasından da güç alarak demagojisini sürdürebiliyor. Örneğin, ana dili öğrenme hakkı ile anadilde eğitim hakkı arasındaki farkın açıklıkla ortaya konul(a)mamasında bu durum izlenebiliyor.
Kuşkusuz her dil saygıdeğerdir; korunması gerekir. Ulus-toplum içinde de farklı etnik kökenden gelen yurttaşlar bulunabilir; hepsinin anadilini öğrenme hakkı vardır. Örneğin, ülkemizde Roman’ından Çerkez’ine, Boşnak’ından Kürt’üne kadar farklı anadili olan yurttaşlar için onu öğrenebilmek temel bir insan hakkıdır. Kopenhag kriterleri arasında vurgulanan hak tam da budur.
Her ulus-toplumda (dolayısıyla ulus-devlette) eğitim -bilindiği gibi- ulusal dille yapılır (İlginçtir; Amerika ve Almanya’da da uygulama böyledir).
Ülkemizde ulusal dil (Türkçe), 1920’lerden bugüne felsefe, bilim ve sanat dili niteliği kazanmış durumdadır.
Burada ölçüt, açık ve nettir: Bir dilin gelişmişlik düzeyinin göstergesi, onun felsefe dili niteliğini kazanıp kazanamamasıdır.
Bugün, felsefe dünyasında şöyle bir gezinen bile görür ki Türkçe yetkin bir felsefe dili haline gelmiştir. Örneğin, Aristoteles’ten Kant’a, Farabi’den Sartre’a büyük filozofların eserleri yıllardan beri Türkçededir; okunabilmektedir.
Kaldı ki, yeni Türkiye iki değerli filozof da yetiştirmiştir: Hilmi Ziya Ülken ve Takiyettin Mengüşoğlu!
Söylemek bile fazla; felsefe dili niteliğini kazanmış bir dilin bilim ve sanat dili olup olmadığını sormak bile “abesle iştigal”dir.
“Cühela-yı ekber taifesi” merak buyurursa vaktiyle yazdığım “Türkçenin Felsefe Dili Niteliğini Kazanış Sürecine Dair Bazı Dikkatler” başlıklı yazıma bakabilir (Türk Yurdu, 2009).
12. İlgilisi bilir; bizde alfabe tartışmaları yaklaşık iki yüz yıl önce başlar ve gelişir.
Alfabenin yetkinliği, ondaki işaretlerin dildeki sesleri hiçbir karışıklığa neden olmayacak biçimde karşılayıp karşılamamasıyla ölçülür.
Arapçanın ses yapısıyla Türkçenin ses yapısı arasında bilindiği gibi büyük farklılıklar vardır. Tam da bu nedenle Türkçedeki sesler Arap alfabesiyle -istenilen biçimde- ifade edilemez.
İşte uzun yıllar sonra iyice fark edilen bu sorun Osmanlı’da alfabe tartışmalarını başlatır.
Söz konusu tartışmalara katılanlar arasında önemli isimler yer alır: Ahmet Cevdet Paşa, Münif Paşa, Namık Kemal, Ali Süavi, Mirza Fetali, Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahit, Kılıçzade Hakkı, Celal Nuri, Enver Paşa vb.
Türk devrimi; dilde, vurgulanan temel sorunu, aldığı alfabeye sekiz ünlü (sesli) harf ekleyerek çözmüştür. Onu kendi diline uyarladığı için de “yeni Türk alfabesi” olarak tanımlamıştır.
Süreç içinde, Anadolu Türklerinin konuşma dili Türkçe kelimenin tam anlamıyla bir yazı dili haline gelmiştir.
Türkçenin bugün ulaştığı yetkinlik düzeyine erişmesinin temeli söz konusu değişimle atılmıştır.
Öyle görünüyor ki Türkçeyi “milletinin kalbi ve beyni” olarak tanımlayan o büyük yalnız, salt bu değişim adımıyla bile hepimizi borçlandırmış durumdadır.
Bugün, dil felsefesine aşina olmak şöyle dursun, dilbilgisi (gramer) ile dilbilim farkını bile bilmeyen kimi safsata erbabı, bu değişim üzerine hâlâ demagoji yapmaya devam edebiliyor.
Sermayesi cehalet olan bu tipler arasında esefle belirteyim ki benim iki eski arkadaşım da vardır.
Bunlar ve benzerlerinin yazdıklarına bakılırsa, bu konunun bir numaralı uzmanı Tahsin Yücel’in o klasikleşmiş eserini (Dil Devrimi ve Sonuçları’nı) bile okumadıkları anlaşılabilir.
Söz konusu tiplerin safsataları okunursa, öncelikle dilbilimin temel eserlerini Türkçeye kazandıran Tahsin Yücel’in öğrencisi bile olamayacak kadar cahil oldukları görülebilir.
13. Metnin kurgusunda yer alan “referans” isimlerin konuya ilişkin oylumlu yazılarının ve eserlerinin ayırdında bile olmayan kimi tipler, Devrim coşkusuyla kaleme alınmış “hamaset şiirleri”yle bilinen bazı yurtseverleri anımsayabilirler.
Belli ki söz konusu tipler, dogmatik tutumla uydurulmuş safsatalarla iğfal edildikleri için düşünce metniyle “şiir” sandıkları ilkel övgüleri birbirine karıştırma “becerisi”ni gösterebiliyorlar.
Bu tür “meraklılar”a konuya ilişkin felsefe metinleri kuşkusuz öneremem; sosyoloji yazıları bile salık veremem; işkence olur çünkü.
Madem konuya ilişkin bazı “şiirler”e “âşina oldukları”nı söylüyorlar; kendilerine, evrensel Türk şairi Nazım Hikmet’in “Kuva-yı Milliye Destanı” dışında Attila İlhan’ın “Mustafa Kemal”i ile Ataol Behramoğlu’nun “Türkiye, Üzgün Yurdum, Güzel Yurdum” şiirlerini önerebilirim.
Söz konusu şiirleri okuyabilirlerse birinci sınıf şairle/şiirle onuncu sınıf “şair/şiir” farkını belki görebilirler.
Söz konusu farkı görebilmeleri, herhalde kendilerini “İman’ın da İslam’ın da tek şartı vardır; o da o büyük yalnızı ve eserini karalamaktır” varsayımından kurtarmaya yetmeyebilir.
Söylemek gerekir mi bilmem: “Dogmatik uyku”nun salıncağında “ömür tüketmek” de kuşkusuz böyleleri için bir “seçenek”tir.
Peki, zor da olsa ülkemizde, yıllar içinde tam bir “arkeolog titizliği”yle çalışarak hakikate uyananlar hiç yok mudur; vardır kuşkusuz!
14. Metinde “süper mürşit”in aşağılandığı savı doğru değildir; sanat felsefesi açısından bir saptamada bulunulmuştur.
Anılan kişi; Kaldırımlar, Otel Odaları, Anneciğim gibi güzel şiirleriyle, Bir Adam Yaratmak, Tohum, Sabırtaşı gibi senaryolarıyla tanınan ve sevilen, 1946’dan sonra öncelikle sanatına ihanet ederek uzun yıllar karanlıkçılığın (obskürantizmin) labirentlerinde “mürşitlik” taslayan; öyle ki, -“âşık-mâşuk ilişkisinde olduğu gibi- Türkiye’nin Amerika’ya tutku derecesinde bağlanması”nı yırtınırcasına savunan; ömrünün son döneminde ise bir yurt dışı gezisinden dönüşte; bir Alman Kardinalle sohbetinde uzlaştıkları vargıyı “Doğu’nun muhtaç olduğu Batı’da, Batı’nın muhtaç olduğu Doğu’dadır.” önermesiyle dile getirebilen birisidir.
Söz konusu önerme, açıktır ki, Doğu’nun ve Batı’nın baskın (kurucu) değerlerinin (aklın ve erdemin) bireşimini içermektedir.
Denilebilir ki, o, bu önermesiyle “mürşitlik” sürecini en hafif ifadeyle “paranteze almış” görünmektedir.
15. Bu notların yazıldığı günlerde, yazılı ve görsel basında (Kasım sonu, 2022) -yüz yıldır tanık olunan örnekleri anımsatan yine iki “ecnebi” ismin sesi duyuldu.
İlk olarak Castro’dan yirmi yedi yıl sonra ülkemizi ziyaret eden Küba devlet başkanı Canel “Devrimimizin ilham kaynağı Türk devrimidir.” açıklamasını yaptı.
Sonra Dominik Cumhuriyeti’nin devrimci önderinin kızı Minou Mirabal, kendisiyle İzmir’de yapılan bir söyleşide, “Mustafa Kemal Atatürk, dünyada insan hakları, demokrasi ve özgürlük için savaşan herkese ilham kaynağı olmuştur.” değerlendirmesinde bulundu.
İnsan, bu durumda yine de sormadan edemiyor: Ülkemizde, “hurma kültürü”yle yetişmiş malum taifenin biraz dikkatli olanları bu sesleri duyduklarında hiç utanmıyorlar mı acaba?
Aslında yanıtı içinde sorunun: Yüzyıldır öncülleri utanmadıklarına göre günümüz ardılları da utanmazlar.
Comments