top of page
Yazarın fotoğrafıSadettin Elibol

İSLAM UYGARLIĞINA FELSEFEYLE BAKMAK


Giriş

İnsanlığın tarihini anlamada inceleme birimlerinin ne olması gerektiği kuşkusuz tartışılabilir.


Evet, ama A. J. Toynbee’nin bu soruya verdiği cevabın daha gerçekçi olduğu söylenebilir: Uygarlıkları inceleme birimi olarak ele almak.


Söz konusu cevabı paylaşan bir Türk aydınının öncelikle eğilebileceği konu da bellidir: İslam uygarlığı.


Ülkemizde tarih felsefesi çalışmalarının yeterince gelişmemiş olması İslam uygarlığı konusuna yönelebilecek dikkatleri -doğal olarak- sınırlıyor. Bu nedenle, ancak derinlikten, sistematikten ve bütünsellikten uzak bazı çalışmalar yapılabiliyor.


Tanım

“İslam uygarlığı” ifadesi, günümüz Türkiye’sinde kimilerine şaşırtıcı gelebilir. Bunlar, bilindiği gibi İslam ve uygarlık arasında sebep-sonuç ilişkisi görmezler; ikincisini yadsırlar.

Tam da bu nedenle, İslam ve uygarlık ilişkisinin kısa da olsa temellendirilmesi yararlı olabilr.


İslam, teolojik açıdan bakılırsa insanın var oluşuna belli bir anlam kazandıran “verili hakikat”tir.


Buna göre insan, söz konusu “hakikat”le evrende yerini ve yönünü belirleyerek kişileşebilir.

Uygarlık ise belli bir kültürün ulaştığı gelişim aşaması olarak tanımlanabilir.


Bu tanımlar temelinde İslam uygarlığının anlamı açıklığa kavuşabilir: “Verili hakikat”ten bir biçimde ve bir derecede beslenen kültürün ulaştığı aşama!


Bu tanımın, kimilerinin iddia ettiği gibi İslam’ı sebep, uygarlığı sonuç sayması nedeniyle sorunlu olduğu söylenebilir mi?


Atılım

Cevap, kuşkusuz Peygamber döneminin uygarlık atılımına olgusal açıdan bakmayı gerektirir.


Döneme ilişkin tüm kaynaklar, önemli bir başarı düzeyinin yakalandığını gösterir: Kabile yapılarının çözülmesi, toplum (ümmet) inşası, ordu ve site örgütlenmesi, dolayısıyla ticaret, bilim vb. yapılabilmesi için gerekli ortamın yaratılması.


Ne var ki bu başarı, Peygamber’in vefatından sonraki dönemde -neredeyse halife Memun iktidarına kadar geçen sürede- özellikle üç büyük iç savaş nedeniyle sekteye uğrar; zamanla, yaşanan trajik çatışmalara dair teolojik sorulardan hareketle -aynı zeminde- “itikadi ve fıkhi mezhepler” üretilir.


Teolojik bakış, ilk dönemde yaşanan olgusal başarıyı “verili hakikatin doğruları ve değerlerinin sonucu” olduğu varsayımıyla temellendirir. Oysa olgusal bakış, söz konusu başarıyı toplumsal, siyasal ve ekonomik ihtiyaçların baskısıyla açıklar.

Birincisi, inanç aktına bağlı olduğu için olguyu açıklamıyor, tam tersine “olağanüstülük”le temellendiriyor. İkincisi, nedensellik ilişkisine dayanarak olgunun somut çözümlemesini verdiği için açıklayıcı oluyor.


Tam da bu nedenle, başta İbn-i Haldun olmak üzere bu ve benzeri tarihsel durumları anlamaya çalışan isimler konuya olgusal bakışla eğilirler.


Yaratış

Peki, “verili hakikatle kişileşen insan(lar) toplumu” kendi (kapalı) dünyasında sürgit durağan bir varlık olarak yaşayabilir mi?


Kuşkusuz hayır; zaman içinde başka toplumlar/kültürlerle karşılaşır; etkileşim içine girer.

Açıkcası, “verili hakikate muhatap” da olsa kültür, yaşanan karşılaşmayla bazı ögeleri olabildiğince alır; giderek belli bir değişime uğrar; yaratıcılığını artırır.


Filozof H. Z. Ülken, söz konusu toplumun/kültürün farklı dünyalardan çeviriler yoluyla yaratıcılığını ne kadar artırdığını somut örneklerle gösterir.


Felsefe, bilim ve sanat tarihi de bu yaratıcılığın göstergelerini yeterince sunar.

Bilindiği gibi söz konusu somut örnekler 8. ve 15. yüzyıllar arasında Maveraünnehir bölgesinde yaratılır.


Bölge, 8. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar Türk devletleri Sâmanîler, Karahanlılar, Gazneliler ve Timurlularca yönetilir.


Anılan dönemin başarı birikimi öncelikle üç alanda izlenebilir: Felsefe, bilim ve sanat. Örneğin, Farabî’den İbn-i Sina’ya, Taftazanî’den Şehabeddin Suhreverdi’ye, Merazi’den Ahmet Yesevi’ye, Yusuf Has Hacip’ten Necmeddin Kübra’ya düşünürler; Harezmi’den Biruni’ye, Uluğ Bey’den Ali Kuşçu’ya, Meruzi’den Ebu Berze’ye, İbn-i Heyzem’den Kadızade Rumi’ye bilim insanları eserlerini bu dönemde verirler.


Maveraünnehir, sanat alanında da göz kamaştırıcı yaratışlarla dikkati çeker. Örneğin, Ali Şir Nevai (şiir), Mevlana Şir Ali (hat), Ali Meşhedi (ebru), Hafız Kudah (müzik), Muhammed İsfahani, Fahr Ali (mimarlık), üstad Bihzad (resim) dönemin sanatına damga vuran yaratıcıların başında gelir.


Maveraünnehir aydınlanmasının Anadolu’ya etkisinin yalnız sanatla sınırlı kaldığı söylenebilir. Bu çerçevede, sanat tarihçisi Doğan Kuban’ın oldukça anlamlı örneği anımsanabilir. Ona göre 1228/9 yıllarında Mengücek Beyi Ahmet Şah ve karısı Turan Melek tarafından yaptırılan “Divriği mucizesi” kompleksindeki “soyut heykel” uygulamasında Maveraünnehir etkisi görülür.


Ne var ki, Sâmanîler döneminde oluşmaya başlayan felsefe, bilim ve sanat Timurlular zamanında zirveye ulaştıktan sonra sönmeye başlar; yaratılan birikim tarihsel bir başarı olarak kalır.


Söylemek bile fazla: Dönem, Doğulu ve Batılı kimi kültür tarihçilerince tam bir “aydınlanma zamanı” olarak tanımlanır.


Batı düşüncesinde söz konusu dönemi hayranlıkla yücelten isimler oldukça fazladır: Goethe, Hegel, Herder, Lessing vd.


İslam uygarlığının bu dönemini olumlama Batı sanat dünyasında da görülür. Örneğin, Mozart ve Beethoven gibi büyük sanatçılar bunların başında gelir.

Anılan başarı birikiminin, çeviriler yoluyla Batı’nın düşünsel ve bilimsel gelişiminde hayli etkili olduğu da iyi bilinen bir gerçektir.


“Kış”a Giriş


Selçuklular ve Osmanlılar döneminin bazı pırıltıları, O. Spengler’in benzetmesi kullanılarak söylenirse, “ilkbahar, yaz ve sonbahar yaratışları” değil, tam tersine “kış mevsiminin arada bir parlayıp sönen ışıkları” durumundadır.

Söylemek gerekir: Söz konusu uygarlığın yaratıcı dönemini karakterize eden başarılar toplamı Timur dönemi ağırlıklıdır.


Sözün burasında yakıcı soru şudur: 15. yüzyıldan itibaren bu uygarlık neden “kış mevsimi”ne girmiştir?


Soruya (ve soruna) eğilen Doğulu ve Batılıların çoğunluğu Selçuklularla birlikte egemen olan Gazali teolojisine dikkat çekerler.


Bunlara göre Gazali teolojisi felsefe, bilim ve sanat yapmayı özendirmemiş, tam tersine güçleştirmiş, hatta imkânsızlaştırmıştır. Örneğin, kendinden önce Farabi ve İbn-i Sina ile başlayan felsefe geleneğini reddetmiş, düşünceyi tasavvufla sınırlamış, ayrıca, bilgece yaratılmış dünya tasavvurunu, bu arada nedensellik ilişkisini yadsıyarak akılsal ve bilimsel açıklamanın zeminini yok etmiştir.


Söz konusu aydınlanma döneminin kapanışını bazıları bölgenin “değişim ve üretim üssü” olmaktan çıkış süreciyle açıklarlar.


Kimileri de girilen “kış”ı Moğol ordularının fetihleri çerçevesinde yaşanan yıkımlara ve yağmalara bağlarlar.


Etki dereceleri farklı olmakla birlikte, vurgulanan nedenler bu uygarlığın “kış”a girişini açıklamada yeterli sayılabilir.


“Patronaj”


Son çözümlemede, akıl ve erdem bireşimiyle yaratılan, ancak çok uzak geçmişte kalan bu uygarlık birikimi “tarihçilerin kutbu” H. İnalcık’a bakılırsa “saray patronajı”yla açıklanabilir.

Buna göre anılan devletlerde, hanedan saraylarının teşvik ve himaye ettiği “yaratıcı azınlıklar” vardır; felsefe, bilim ve sanat bunların eseridir.


“Yaratıcı azınlıklar”, dönemlerinin “yüksek kültür” çevresini oluştururlar.


“Saray patronajı”ndaki “yaratıcı azınlıklar”, köken ve kişilik olarak türdeşlik göstermezler, tam tersine çoğul özellik taşırlar. Çünkü kendilerinden beklenen sadece yaratıcılıktır. “Patronaj”, yaratıcılık için gerekli ortamı ve imkânı sağlamış durumdadır.


Gerekli olmasa da sorulabilir: Patronaj ortamının “yüksek kültürü” çevrede yaşayan “halk kültürü”nü dönüştürebilmiş midir peki?


“Halk kültürü” alanına ilişkin çalışmalar bunun başarıl(a)madığını gösteriyor. Diğer uygarlıklarda da durumun farklı olmadığı biliniyor.


Söz konusu azınlıkların işlevine bakılırsa bu durumun başarısızlık olarak tanımlanması mümkün görünmüyor.


Yalnız, neresinden bakılırsa bakılsın, anılan süreç, İslam uygarlığının akıl ve erdem bireşimiyle başarılan “ilk aydınlanma dönemi” olarak tanımlanmayı fazlasıyla hakediyor.


Yakıcı Soru


Günümüz koşullarında söz konusu birikim (İslam uygarlığı) tarihsel bir başarı hikâyesi olarak mı görülmeli, yoksa yeniden yaratılabilir bir gerçeklik olarak mı alınmalıdır?


Anımsanacağı gibi günümüzde bu soruya verilen iki karşıt cevap olduğu görülüyor.


Birincisine göre İslam, yalnız insanın varoluşusal sorularına cevap vererek onu kişi kılan bir öğreti (din)’dir. Dolayısıyla uygarlık gibi bir ürün verme amacı yoktur.


İkincisine göre İslam, uygarlık olarak tanımlanan tarihsel bir birikim oluşturmuştur; onu yeniden inşa etmek hem mümkün hem de gereklidir.


Öyle görünüyor ki birinci yaklaşım olguyu yadsıyor, ikincisi ise kelimenin tam anlamıyla fantastik kalıyor.


Tam da bu nedenle, sorunun cevabı gerçekler zeminine yaslanarak verilebilir. Bunun dışına düşülerek verilen cevap denemeleri olsa olsa kurgusal inşalar olabilir.


“Kış” Sonu

Bilindiği gibi Osmanlı dönemi, İslam uygarlığının Selçuklu ile başlayan “uzayan kışı” durumundadır. Arada bir parlayan ışıkların da Osmanlı klasik çağında (1300-1600) belirdiği söylenebilir.


Klasik çağın ardılı son üç yüzyıllık dönem Batı bağımlılığı sürecidir; ekonomik, askeri ve siyasi sorunlar oldukça artmıştır.


Ağırlaşan sorunlar çözülmeye çalışıldıkça “tagayyür ve fesat” başlamıştır. Merkez, artan “tagayyür”ün çare olacağını düşünmüş, bu da daha çok “fesat”a neden olmuştur.


Süreç içinde, klasik çağda Osmanlı lehine olan denge -bilinen nedenlerle- Batı lehine bozulmuş, İbn-i Haldun’un anolojisiyle söylemek gerekirse organizma çürüyüp dağılarak hayatiyetini kaybetmiştir.


“Son Nefes”

Olgusal durum bu kadar açıkken, verili koşullarda, kimilerinin hâlâ “o görkemli uzak geçmiş”e ağıt yakmalarının ne anlamı ne de yararı vardır.


Kaldı ki 20. yüzyıl başında Osmanlı’nın küllerinden kan ve can pahasına yeni bir Türkiye doğmuştur. Kurucu kadroya bakılırsa yeni Türkiye’nin -İ. Ortaylı’nın ifadesiyle- onun “son nefesi” olduğu görülebilir.


Yeni Türkiye, analitik çalışmaların betimlediği gibi eğitim, sağlık, ekonomi ve teknoloji atılımları dışında, -nitel açıdan yeterli olmasa da- iki başarıyı birlikte gösterebilmiştir: Müzecilik, restorasyon ve çeviri etkinliğiyle tarihsel mirası korumak, bir; felsefe, bilim ve sanat birikimi oluşturmak, iki.


20. yüzyıl İslam ülkeleri arasında onun “biricik” olarak tanımlanması, bu çerçevede çok sayıda Doğulu ve Batılı ismin hayranlığına konu olması anılan başarıyla mümkün olabilmiştir.


Kuşkusuz, 1940’lı yılların ikinci yarısında girilen Batı bağımlılığı sürecinde iç ve dış dinamiğin elele yarattığı ciddi sorunlarla (örneğin, ekonomik yetersizlik, sınıf çelişkisi, aydın yabancılaşması vb.) karşı karşıya olduğumuz açıktır.


Yeni Çıkış


Bu aşamada, yeni çıkışın ön koşulu “mahut” süreci aşarak tekrar bağımsızlık rotasına girmektir. Yeter koşulu ise -ekonomi, eğitim, sağlık vb. alanların sağaltılmasıyla eşzamanlı olarak- var olan imkânların kritik akılla değerlendirilebilmesi; başarılan deneyim birikiminin içselleştirilerek ne Doğucu ne Batıcı, özgün bireşim tahayyülünün yetersiz gerçekliğinin zenginleştirilerek güçlendirilebilmesidir.


Vurgulamak bile fazla: Söz konusu özgün bireşim (uygarlık) yaklaşımının daha da güçlendirilip somutluk kazanması ise gelenekçilerin (zelotlar) ve taklitçilerin (herodlar) değil, tam tersine yaratıcı kişiliklerin artmasıyla başarılabilir.


Yaratıcı kişilikler, tarihsel birikimi (ve örnekleri) ancak ve ancak esin kaynaklarından biri olarak alabilirler.


İslam uygarlığının tarihsel birikimi nasıl farklı kaynaklardan beslenen yaratıcı kişiliklerin eseri ise günümüzde bu alana yönelenler de çeşitli kültür evrenlerine açık olmak durumundadırlar.


Günümüzde kimilerinin, örneğin sanat adına (!) bir Divriği şaheserini, bir Karahisari hattını, bir Levni minyatürünü, bir Süleymaniye’yi diriltmeye çalışmaları, kelimenin tam anlamıyla gülünçtür.


Bilindiği gibi tarihsel İslam uygarlığının sanat eserleri de biriciktir, özgündür, tekrar edilemez. Öykünerek yapılanlar sadece taklit düzeyinde kalırlar; sahiplerini de sanatçı katına asla yükseltmezler.


Tam da bu nedenle, taklitçiler olsa olsa “zanaatkâr” olarak tanımlanabilirler.


Sanat eserine öz ve biçim ilişkisi açısından bakmak da konuya daha bir açıklık getirebilir.


Birbirinden farklı sanatçılar, örneğin İslam’ı “öz” olarak alsalar bile eserlerinde onu yansıtışları aynı olmayacaktır. Çünkü bağlanılan “öz” her birinde farklı algılandığı için ifadeler çeşitlilik gösterecektir.


Kaldı ki burada, bağlanılan “öz”ün neliğinin tüketici biçimde kavranamayacağı, açığa çıkarılamayacağı, dahası her nüfuz çabasına rağmen sırrını koruyacağı söylenebilir.

Sanatta öncelikle aranan özgünlük olmasına karşılık felsefe ve bilim alanında da bilineni tekrar değil, tam tersine katkı esastır; ki bunun neliği de-konu ve yöntem farkına rağmen-‘’yaratıcılıkla mümkün yeni’’ olarak tanımlanır. İşte bu yüzdendir ki, yüzyıllar sonra Farabi ve Uluğ Bey’in verimini iyi anlatmak kişiyi düşünür ve bilim insanı değil, olsa olsa tekrarcı yapar.


Son Söz


İnsanlığın tarihine bakıldığında, sorunları ağırlaşan toplumların çoğunlukla köklü çözümlere yöneldikleri ve başardıkları görülüyor.


Türkiye, bugün tekrarlamak pahasına belirtelim ki ağır iç ve dış sorunlarla yüz yüze bulunuyor. Durumu, sürgit devam ettirmesi de mümkün gibi görünmüyor.


Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye, görünür gelecekte ya tam bir yaşama iradesiyle var olan sorunlarını çözerek –önce Maveraünnehir’de, sonra 20. yüzyıl başı Anadolu’sunda olduğu gibi– akıl ve erdem bireşiminin yaratıcılığıyla –yeniden– milletler ailesinin güçlü ve onurlu üyeleri arasında yer alacak ya da birbirine kapalı ve geri klanlar mezbelesine dönüşerek tarih dışı kalacaktır.


Tarihin tunç yasası gösteriyor ki toplumlar ancak kendi iradeleri ve kararlarıyla sorunlarını aşabilirler.


İnanırlar anımsayabilir; “Kelam-ı Kadim”in bir yerinde de söz konusu yasaya vurgu yapılır: “Toplum için kendi kendini değiştirme dışında bir seçenek (örneğin, ‘aşkın yardım’) yoktur.”










58 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

BİR BİRİKİM OLARAK BİLİM VE BİLGİSİ

Daha önceki bazı yazılarımda vurgulandığı gibi Türk devrimi bazı süreklilikler de içerir. Bunlardan biri de hiç kuşkusuz geç Osmanlı...

Comments


bottom of page