Türk devrimi, karşılaştırmalı bilimsel çalışmaların gösterdiği gibi Batılı anlamda sınıfların oluşmadığı özgül koşullarda kamucu-toplumcu bir ekonomi politika uygulamış; bu alanda da -neredeyse- “mucize” olarak tanımlanabilecek bir birikim yaratmıştır. Örneğin, o zor koşullara karşın elliye yakın fabrika kurabilmiştir, ki bunlar arasında uçak üreterek satabilmiş iki kuruluş da vardır.
1940’lı yılların ikinci yarısından itibaren girilen Batı bağımlılığı süreci, “kalkınma ekonomisi” olarak tanımlanan uygulamayı -önemli ölçüde- sarsmış; ülke, bilinen iktidarlar eliyle bile 12 Eylül 1980 darbesine kadar yine de “kalkınmacı” denebilecek çizgide ilerlemiştir.
1980 darbesi, uzman iktisatçıların gösterdiği gibi neoliberal politikaların çerçevesini oluşturan “24 Ocak Kararları”nın uygulanabilmesi için sopa işlevi görmüştür.
Darbenin hemen ardından gelen “Tonton Başbakan” dönemi, öncelikle ekonomi politika düzeyinde karşı-devrim sürecinin ivme kazandığı zaman aralığı olmuştur.
Erbakan ve Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümetleri, söz konusu ekonomi politikayı sürdürmekte isteksiz olmaları nedeniyle tasfiye edilmiştir.
2002’ye gelindiğinde, artık bir parti değil, “örtülü koalisyon” denebilecek bir “örgüt iktidarı” vardır ülkede.
“Örtülü koalisyon”, İslamcı iki Nakşî cemaat, dönek sol takımı, liberal kabile ve klan fetişisti gruptan oluşmuştur.
Daha kuruluş aşamasından itibaren dış dinamiklerin açık desteğine mazhar olan bu koalisyon, içeriden ve dışarıdan kimi uzmanların tanımıyla “tam bir proje örgütü” olarak “iş”e koyulmuştur. “İş”, karşı-devrim sürecini tamamlamaktır.
Koalisyonun iki büyük ortağı İslamcı Nakşî grup, başından beri kamu kaynaklarını ve kadrolarını “fethedilmiş ganimet” olarak gördüler.
“Ganimeti yağmalama”, kuşkusuz ortaçağ hukukuna dayanan fetih ideolojisi uygulamasıdır; bu yaklaşımın mantığına göre meşrudur elbette.
Tam da bu ideolojik nedenle İslamcı iki Nakşî grup, 2002 Türkiye’sini demokrasi yoluyla “fethettikleri”ne inandıkları için büyük bir iştahla ganimet yağmasına koyuldular.
İlerleyen zamanda, söz konusu “iki yol arkadaşı”, dönek sol takımı, klan fetişisti grubu ve liberal cemaati dışlayarak “yol”a devam ederken, gerilim yükseldikçe yükseldi. Sonuçta dış desteği daha güçlü “Fethullah grubu”, “İskender Paşa grubu”na karşı darbe kalkışmasında bulundu. İkisinin birlikte yaptığı Ergenekon ve Balyoz kıyımlarına karşın ordunun geride kalan yurtsever kadroları tarafından bastırıldı.
Ne var ki, bu kalkışma bile tek başına kalan İskender Paşa grubunun yağma politikasını artan bir ivmeyle sürdürmesini engellemedi. Örneğin, bastırılan ortağın hapazladığı kaynaklara ve kadrolara da çöktü.
“Ganimeti yağmalama” sürerken, ülke doğal olarak ekonomik kriz koşullarıyla karşılaştı; dahası “Korona salgını”yla tanıştı (2020).
Muhalefet sözcüleri, geçen sürede olduğu gibi, bu dönemde de söz konusu İslamcı Nakşî grubu, öncelikle ekonomik eylemleri nedeniyle suçluyorlar; Anayasa’ya ve ahlaka vurgu yapıyorlar.
Oysa malum gurup, vurgulandığı gibi, fetih ideolojisine bağlı olduğu için “ganimetçiliği ve yağmacılığı” ne suç ne de ahlaksızlık olarak görüyor. Tam tersine, bunları “fethettiği ülkede ve devlette hak edilmiş pay” olarak tanımlıyor.
Tam da bu nedenle, karşıdan gelen eleştiriler, grubun seçmen kitlesini oluşturanların yüzde yirmi civarındaki “çekirdek ahalisi”nde istenen etkiyi oluşturmuyor. Çünkü o seçmen (!) kitlesi de fetih ideolojisinin tutsağı durumundadır.
Grubun eğitimden sağlığa, sanattan spora ve dış politikaya kadar yapıp ettikleri de evrensel hukuk ve ahlak açısından suç ve kötü olarak tanımlansa bile söz konusu Ortaçağ ideolojisi içinde “hak” ve “iyi” olarak algılanıyor.
Grup, şimdilerde vurgulanan ekonomi politikayla yarattığı ve “korona salgını” nedeniyle daha bir fark edilen ekonomik krizi aşmak için “İslam iktisadı”na yönelmek gerektiğini söylüyor.
“İslam iktisadı” kavramı, 1970’lerin çatışma ortamında, kapitalist ve Marksist ekonomi modellerine karşı üretilmiştir.
Bu satırların yazarı da o yıllarda -kalkış noktasında olmasa da yönelişinde- sosyalizan bir damar içeren “Sınıfsız Dünya” adlı eseriyle (Hareket Kitapları, 1977) söz konusu üretime katkıda (!) bulunmuştur.
Dikkatle bakıldığında, o dönemde “İslam iktisadı” diye ortaya konan eserlerde, önce Kapitalizm ve Marksizm’in eleştirildiği, sonra da bazı ayetlere ve hadislere dayanarak naiv ve eklektik bir “İslam iktisadı” savının ortaya atıldığı görülür.
İlginç olan şu ki, bu eserleri (!) yazanların hiç birisi meslekten iktisatçı değildir. Öyle ki bunlar içinde ilkokul mezunu “İslam iktisatçısı” bile vardır.
Ciddi bir iktisatçı, bir elin parmaklarını geçmeyen söz konusu eserleri “öğrenci ödevi” niteliği bile taşımayan “cüretkârlık örnekleri” sayar ancak.
Bilindiği gibi Kutsal Kitap (Kur’an), kendisine ancak inanç aktıyla bağlanan kişileri bağlar; onlar için değerlidir.
Bu özellik nedeniyle inanç önermeleri ne doğrulanabilir ne de yanlışlanabilir. Dolayısıyla onlara ya inanılır ya da inanılmaz.
Kur’an, kritik akılla bakılırsa görülür; ne formel bilim, ne doğa bilimi ne de insan bilimi eseridir. Dana açık söylemek gerekirse örneğin; ne mantık, matematik, geometri; ne fizik, kimya, biyoloji; ne de psikoloji, sosyoloji ve tarih kitabıdır. Dolayısıyla iktisat metni de değildir.
İktisat biliminin bunca gelişmesine karşın, kimilerinin hâlâ Kur’an’daki ve hadislerdeki bazı değinilere dayanarak “iktisat modeli” uydurmaktaki ısrarları acıklı bir “cahil cüretkârlığı” olarak kalmaya yazgılı görünüyor.
Söylemek bile fazla; Kur’an, toplamda üç grup ayet içerir: Yöresel nitelikli, dönemsel nitelikli ve evrensel nitelikli olanlar.
Bunlar içinde ancak evrensel nitelikli olanlar (ahlaksal değerlere vurgu yapanlar) günümüz insanlığının iyileşmesine katkı açısından yeni bir dille ve sunuşla ele alınarak ortaya konulabilir. Bu başarılabilirse İslam Ortaçağ üretimi “fıkıh ağırlıklı pranga”dan kurtularak zulmün ve yoksulluğun yenilmesine katkıda bulunabilir.
Kuşkusuz, bu konuda söz söyleme hakkı, fetih ideolojisiyle yağmayı programlayanlar, yürütenler ve pay alanlarda değil, bile isteye kirlenmeden kalan inanırlardadır!
Öyle görünüyor ki, Türkiye, bu tür yurttaşların da katkısıyla Türk devriminin öncelikle planlı, kamucu, toplumcu ekonomi politikasına dönecek; yaşanan “örgütlü kötülük süreci”ni kapatarak Cumhuriyetçi demokrasiyi yeniden inşa edecek, dolayısıyla özgün yolunda ilerlemeyi sürdürecektir!
Merhaba Hocam,
1974-75 döneminde Giresun İHL'de orta 1.sınıfta sizden din dersi almıştım. İlk dönem eserlerinizi okuduktan sonra izinizi kaybetmiştim. Bugün internette bir arama yaparken bu site karşıma çıktı. Sizi tekrar bulduğum için sevinmiştim. Ancak bu yazıyı okuduğumda sevincim biraz şaşkınlığa dönüştü.
Bu yazı 2021 yılında yazılmış. Bu tarihte bile FETÖ'nün hala bir sunni grup olarak ele alınmasını, diğer bir sünni gruba karşı darbe yapmaya kalkışması şeklinde değerlendirilmesini çok naiv bulduğumu, politik ve entelektüel kapasitenize yakıştıramadığımı üzülerek belirtmek isterim.
17/25 2013 ve 15 Temmuz 2016 tarihinden bu yana yaşananlar ortadayken hala FETÖ'yü “Fethullah grubu” olarak zikrederek neredeyse masum ve meşru gösterirken iktidar partisini "örgüt iktidarı" olarak tanımlayarak sanki suç örgütüymüş gibi nitelemenizin adil olmadığını düşünüyorum.
Ergenokon ve Balyoz kıyımı ifadeniz bunları…
kuran bir iktisat sistemi önermez. Kendi bir kavram koyar ve sonra bu kavramı detaylandırır. Kişilerin mezheplerin tarikatların kavramı sadece kendilerine aittir. islam ve kuran bu iki kavram bir arada adaletle yaşamayabilmeyi önerir. sistem çagrısı yapmaz.